Perşembe, 2024-04-18, 7:20 PM
Hoş geldiniz Ziyaretçi | Üye Olun | Giriş

Gökyüzü Edebiyatı

Ana Sayfa
Giriş
İsminiz:
Şifreniz:
Arama Motoru
Anketimiz
Sitemizi Oylayınız
1. Çok güzel
2. Çok zayıf
3. Güzel
4. Orta
5. Zayıf
Toplam Cevap: 14
Mini Sohbet
İstatistiklerimiz
Giriş
İsminiz:
Şifreniz:

Edebiyat Bilimi (1 Cilt 2 Bölüm) - Forum

[ Yeni Mesajlar · Üye Listemiz · Forum Kuralları · Arayın · RSS ]
  • Page 1 of 1
  • 1
Forum moderator: DERO, Nurcan, MericIrmak, mavideniz  
Forum » Genel Edebiyat » Edebiyat'ta Ne, Nedir? » Edebiyat Bilimi (1 Cilt 2 Bölüm) (Sanat ve Bilim, İmgeler ve Kavramlar)
Edebiyat Bilimi (1 Cilt 2 Bölüm)
GökyüzüTarih: Salı, 2009-05-12, 9:49 PM | Mesaj # 1
Yetkin Paylaşımcı
Grup: Yönetici
Mesajlar: 72
Ödülleri: 1
Sitedeki Durumu: Burada değil
İkinci Bölüm

Sanatın Özgüllüğü

Sanat ve Bilim, İmgeler ve Kavramlar

Sanat, toplumsal bilincin ve insanlığın tinsel kültürünün bir biçimidir. Öteki biçimler gibi ve özellikle de bilim gibi, sanat da gerçekliğin bilinmesine yardımcı olur. (...) Sanat, kendisinin dışında var olan gerçekliği, kendisine özgü bir tarzda yansıtır ve yorumlar. (...) Sanat eserleri, okuyuculara, dinleyicilere, ya da seyircilere her zaman bir şeyler demek durumundadır, bir şeylerin aydınlanmasını sağlar, onlara yeni bilgiler iletir. (...) (Sayfa 49)

Peki, sanatı, bilimden ve toplumsal bilincin öteki biçimlerinden ayıran özellikler nelerdir öyleyse, sanatın ne gibi özgül nitelikleri vardır? [1] Ayrım, her şeyden önce, sanatın ve bilimin, içeriklerini dile getiriş araçlarında yatıyor. Bilim, bunun için soyut kavramları kullanıyor, sanat ise, imgeleri kullanıyor.

Sanatın, tür olarak bu özgül niteliğine, daha günümüzden iki bin yılı aşkın bir süre önce, sanatı doğanın bir “taklit”i olarak gören Yunan felsefecileri, özellikle Platon ve Aristoteles dikkati çekmişlerdi. “Doğa” derken, bu felsefeciler, bu bağlamda, sayısız tekil görüngülerden oluşan tüm doğal ve toplumsal gerçekliği anlıyorlardı. Onlara göre “taklit”, sanatın, bu yaşam görüngülerini, yontular, resimler, sahne gösterileri, şiirler ve anlatılar halinde yansıtma yetisiydi; yani sanatın, yaşamdaki insanları ve olayları, ve de doğayı, ortaya getirme, gösterme, anlatma yeteneğiydi. “İmge” kavramını kullanmaksızın bu felsefeciler, sanatın yaşamı imgeler halinde yansıttığı ilkesinden hareket etmişlerdi.

Sanatın, bu “doğanın taklidi” olarak belirlenişi, taa 18.yüzyıl içlerine değin, pek çok kuramsal çalışmada önümüze çıkmaktadır. Örneğin Fransız aydınlanmacılığının bir temsilcisi olan Denis Diderot, her şeyiyle doğaya uyan her sanat eserinin, övgüye değer olduğunu belirtiyordu. Ama bununla birlikte, doğanın sanatçı tarafından körcesine taklit edilmesine de karşı çıkıyordu. (Sayfa 50)

Hegel ise başka terimler dizgesi kullanmıştır. Hegel’e göre sanat, mutlak fikir’den (saltık idea’dan) ortaya çıkar; “idea”, onun içeriğidir, biçimiyse “duyumsal, imgesel biçimleme”dir. İdea ve biçimleme, somut bir gerçeklik olarak birbirleriyle tam bir uygunluk içinde (upuygun) yapılmalıdır, öyle ki idea “kendi kavramı uyarınca, biçimlenmiş idea olarak, ideal’i dile getirir. Hegel, ara ara “imge” kavramını doğrudan kullanmış bile olsa, ona hiçbir belirleyici bir önem ve işlev vermemiştir. Ancak daha sonra Hegel’in güçlü yanlarına bağlı olan kuramcılar bunu yapmışlardır. V. G. Belinski de bu kuramcılardandır. Bir yandan felsefe ile bilim arasındaki, öbür yandan ise felsefe ile sanat arasındaki ayrımları, Belinski, şöyle karakterize etmişti: “Felsefeci, tasım’larla konuşur, şairse, figürler ve imgelerle; ama söyledikleri aynı şeydir. Siyasal ekonomi kuramcısı, elindeki istatistik rakamlarıyla, okuyucusunun ya da dinleyicisinin anlık’ını (idrak’ini) etkileyerek kanıtlar... Şairse, gerçeğin yaşayan, açık seçik sergilenişiyle okuyucusunun zihinsel yaratıcığını (fantezisini) etkileyerek gerçeğe uygun bir imge halinde, belirli bir toplumsal sınıfın şu ya da bu nedenlerden ötürü gerçekten güçlenip geliştiğini, ya da durumunun kötüleştiğini gösterir. Biri kanıtlar, öteki gösterir, ama her ikisi de inandırmaktadır (ikna etmektedir); yalnızca bir farkla: Biri mantıksal çıkarsamalar yoluyla, ötekiyse, imgeler yoluyla” (Sayfa 51)

L Tolstoy’un, sanatın özü, sanatçı tarafından sınanmış duyguların öteki insanlara iletilmesidir, savına karşı çıkan G. V. Plehanov, sanatın, yalnız sanatçının duygularını değil, fakat düşüncelerini de dile getirdiğine ve bunu “yaşam dolu imgeler” içinde yaptığına dikkati çekmiştir. (Sayfa 51)

Peki öyleyse imgeler, soyut kavramların hizmetindeki yargılardan ve çıkarsamalardan farklı olarak, nedir? İmgelerle kavramlar arasındaki farklar nelerdir?

Söz konusu olan, gerçekliği insan bilincinde yansıtmanın araçlarıdır, bilmenin araçlarıdır. Gerek kavramlar, gerekse imgeler, her çeşit görüngüde kendini gösteren iki asal yan açısından, yaşamı yansıtıyorlar; ayrı ayrı tarzlarda da olsa, yaptıkları budur. Ancak burada hemen, bir görüngünün iki asal yanını ve bu iki yan arasındaki bağıntıyı açıklamak gerek.

Dünyada var olan her şey, tek tek görüngülerden ve nesnelerden oluşmuştur. Üstünde insanlığın yaşadığı yeryüzü, anakara parçalarından meydana gelmişse, anakaralarda da, vadiler, dağlar, ırmaklar görülüyor, ki bunların da gene her biri, çok sayıda ayrı ayrı bitkilerle örtülü, her birinde çok sayıda ayrı ayrı hayvanlar yaşamakta. İnsanlık, binaları, köyleri, kentleri yapan, üretim araçlarını, taşıt araçlarını gerçekleştiren, sanat eserlerini, günlük gereksinim eşyalarını ve daha pek çok şeyi üreten sayısız bireylerin bir araya geldi bir bütün. Bunun gibi, içsel-düşünsel yaşamda da, düşüncelerini ve duygularını, ayrı ayrı tavırlar, işaretler, sözcükler, sözler, ya da sanatsal eserler yoluyla ötekilere ileten bireylere bağlıdır. Tek insan (aynı şekilde, tek hayvan, tek bitki, bir bina, bir alet, bilimsel ya da sanatsal bir ürün), biri genel ötekiyse bireysel olmak üzere, iki yan’ın oluşturduğu bir birlik gösterir. Her bir insan, bir defa önce, belirli bir canlı türünün, cinsinin bir üyesi, bir temsilcisidir ve tarihsel bakışı da, bir milliyetin (ulusallığın), bir toplumsal konumun, bir meslek grubunun vb. bir üyesi, bir temsilcisidir. Bu nitelikler yalnızca o tek kişiye özgü nitelikler değildir; aynı halkın, aynı çağın birçok insanında da, benzer toplumsal konumdaki birçok insanda da bulunan niteliklerdir bunlar. Çeşitli ahlaksal niteliklerin varlığı ya da yokluğu da (anlayış, iyilik, istenç zayıflığı, bencillik vb.) birçok insan için karakteristik olabilir. Bunlar hep doğrudan doğruya insan’ın asal nitelikleri, genel nitelikleri içine girer. Oysa öte yandan, gene her bir insan, öyle nitelikler ve boyutlar taşır ki, bunlar o kişiyi, kendi ulusunun tüm öteki üyelerinden (temsilcilerinden), kendi meslek veya yaş grubundaki vb. tüm öbür kişilerden ayıran niteliklerdir; bunlar, o bir kişinin kişisel niteliklerini, onun, yinelenemez olan bireysel niteliklerini gösterirler. (Sayfa 52-53)

Her bir insanda ve tüm öteki canlıların, görüngülerin, nesnelerin, süreçlerin her birinde, genel olan niteliklerle, bireysel olan nitelikler, birbirinden yalıtık (izole) durumda bulunmazlar, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı ve birbiri içine girişmiş durumda bulunurlar. Genel olan, tür’sel olan asal yan, hiçbir zaman bireysel’in dışında, ya da bireysel olan yan bulunmaksızın, varolamaz, fakat her zaman ancak bireysel yoluyla dile gelir, bireysel’de ifadesini bulur. Demek ki, bireysel olan da her zaman genel, tür’sel, asal özellikler içermektedir, ne var ki, bireysel’in içindeki bu genel, ancak çok değişik tarzlarda görünür olabilmektedir. Örneğin bireysel, genel’in, türsel’in, asal’ın çok belirgin ve etkin bir ifadesi olarak ortaya çıkabildiği gibi, onu daha örtük ve daha az belirginlikle de dile getirebilir; ve nihayet bu ifade son derece zayıf da kalabilir. (Sayfa 53)

Yaşamdaki her alanın, her cinsin, her türün, çok değişik temsilcileri bulunuyor. Bu tür, eğer çok sayıda tekil görüngüler tarafından topluca temsil edilmekteyse, bunların çoğunluğu, genellikle, o türün özelliklerini ortalama bir tarzda dile getirir. (Sayfa 53)

Örneğin herhangi bir uzmanlık alanının öğrencilerinden, genellikle, ancak pek azı, o özel alanın çok parlak yetenekleri olarak belirirler; bir kesim de düşük yetenekli çıkar. Çoğunluk ise, ortalama bir yetenek gösterir ve öbür iki kesim arasındaki orta bölgede davranır. Ancak, eğer bir görüngü, kendi bireysel’iği içinde genel’liği, tür’ün genelini, özel bir açık seçiklik ve yoğunlukla dile getiriyorsa, o görüngü kendi tür’ünün tip’i olur, yani tipik görüngüsü olur. (Yun: Typos-Kalıp; basım ve çoğaltma için esas örnek). (...) Oysa, tipik olan görüngüler, Çernişevski’nin bir zamanlar söylediği gibi, kendi türünü çok iyi temsil eden ve kendi bireyselliğinde, türünün ana çizgilerini özel bir belirginlikte taşıyan görüngülerdir. (...)(Sayfa 53-54)

(...)

Soyut kavram, yani görüngülerin genel, türsel, asal özelliklerini düşünceyle tasarımlamak, tekil görüngülerin bireysel çizgileri üstünde soyutlamalar yapmak demektir. İşte, insan düşüncesinin, pratik eylem içinde, iş yapma sırasında, toplumsal iletişimde ve günlük yaşamda kullandığı olağan kavramlardan bilimin kavramlarını ayıran da, bilimin kavramlarındaki bu soyutluktur. (Sayfa 55)

Sözgelişi, gündelik yaşamda bir kişi, yağmurdan sonra buğdayın daha bereketli olacağını söylerken, yağmurun ya da buğdayın ne olduğu konusunda bir tasarımı bulunsa da, belirli bir buğday tarlasına yağmış olan somut bir yağmuru kastetmektedir. Yağmurun nasıl bir meteorolojik görüngü olduğunu, onu hangi süreçlerin doğurduğunu, karla, doluyla arasında ne gibi ayrımların bulunduğunu düşünmediği gibi, buğdayın da çavdardan, arpadan ve öteki çeşitlerinden nasıl ayrıldığı monusuna eğilmiyordur. Başka bir deyişle, günlük yaşamda insan, bireysel’in içindeki genel’i görmesine görür, ama görüngülerdeki genel nitelikleri, onların bireysel çizgilerinden soyutlamaya gitmez, yalnızca birini ötekinden ayırt etmekle kalır. Bunu yaparken de, genel niteliklerin doğrudan kendileriyle değil, onların yalnızca somut bireysel görüngü biçimleriyle ilgilenir. (Sayfa 55-56)

(...)

Bilim, felsefe, teknoloji ve bunlara yakın olanlar, soyut kavramlar oluşturmaya ve onları sistemleştirmeye özellikle ilgi duyarlar. Çoğu kez de bu soyut kavramları, yaşayan dillerdeki sözcüklerle değil, genel olarak klasik “ölü” dillerden, eski Yunanca ya da Latince’den alınmış, içeriği kesin sınırlarla belirli terminolojiyle (terimler dizgesiyle) adlandırırlar. [ Lat: Terminus=Sınır] (Sayfa 57)

(...)

(...) Felsefecilere göre, bir görüngünün insan tarafından algılanışı, o görüngünün insan bilincinde oluşan somut tasarımı, tasarımların dayandığı görsel, sessel ve tüm öteki duyumlar ve nihayet, görüngülerin türsel özellikleriyle ilgili soyut kavramlar da, hep imge’dirler. (Sayfa 57)

Sanat ve edebiyat bilimindeyse, “imge” sözcüğünün başka bir anlamı vardır. Sanat bilimcisi ve edebiyat bilimcisi, bir “imge” denince, bundan, bir yaşam görüngüsünün yalnızca insan bilincindeki yansımasını değil, fakat bu yansımış ve sanatçının bilincine geçmiş görüngünün, belirli maddi araçlar yoluyla, örneğin söz yardımıyla, mimik ve jest yardımıyla, çizgi ve renk yardımıyla vb. yeniden yansıtılışını anlar. Bu imgeler, her zaman, yaşamı, tekil görüngüleriyle, yani gerçekliğin her görüngüsü için karakteristik olan, o bireysel ve genel boyutların birliği ve karşılıklı girişimi içinde yansıtırlar. (...) (Sayfa 57-58)

Dipnot:

1] Daha Roma’lılar, bir nesnenin belirlenişinin: 1) Nesnenin türünün, yani ait olduğu cins içindeki yerinin belirlenmesi ve 2) Bu türün özelliklerinin belirtilmesi yoluyla gerçekleştiğini saptamışlardı. Demek ki, “özgüllük” teriminden, nesnelerin ve görüngülerin tür olarak kendilerine özgü niteliklerini (tür özelliklerini, türsel niteliklerini) anlıyoruz.

 
GökyüzüTarih: Çarşamba, 2009-05-13, 9:24 PM | Mesaj # 2
Yetkin Paylaşımcı
Grup: Yönetici
Mesajlar: 72
Ödülleri: 1
Sitedeki Durumu: Burada değil
İmgeselliğin Çeşitleri


Sanat, yaşamı özgül bir tarzda yansıtmak ve yorumlamak için imgeler yaratıyor. Ama bilim de, bilgilerini göze göstermek için imgeler kullanıyor. (...) (Sayfa 58)

Örneğin bir aşiretin üretim ve yaşam tarzının özellikleri konusundaki vargılarını ortaya sermek isteyen bir etnograf, bunları belli gündelik yaşam ve av sahnelerinin resimli (tablosal, imgesel) gösterimleri yoluyla, okuyucularının veya dinleyicilerinin görüşüne sunmaya çalışır. Bir gök bilimcisi, uzaydaki çeşitli yıldız sistemlerinin varlığı üstüne konuşurken, kendi sınıflandırmasını örnekler yoluyla pekiştirmek için, söz konusu yıldız sistemlerinin güçlü teleskoplarla çekilmiş resimlerini (tablolarını, imgelerini) [1] gösterir. Her iki durumda da bilim adamları, içlerinde genel, türsel niteliklerin bireysel çizgiler biçiminde ortaya çıktığı tekil görüntüleri sergileyerek, kendi yaptıkları genellemelerin tablolarla gösterimini yapmaktadırlar. Bunu yaparken, tablolarda hangi av sahnesi, ya da hangi yıldız sistemi bulunursa bulunsun, aynı şey, diye düşünmezler. Tersine, tekil bir tablonun (imgenin), taşıdığı bireysel ögelerdeki niteliksel düzeyi açısından, olabildiğince temsil edici bir örnek olmasını gözetirler ki, okuyucular ya da dinleyiciler, bunlar üzerinden türsel nitelikleri açık seçik görüp tanıyabilsinler. Başka bir deyişle, bilimciler, genellenmiş gözlemlerini ve yargılarını sergilemek için, tipik olan yaşam görüngülerinin gösterimini yaparlar. (Sayfa 58-59)

(...) Bilimcilerin, bilimsel genellemelerine, salt kendi tasarım güçlerine dayanarak yarattıkları birtakım gösterimler eklemeye hakları yoktur, yani, tipik görüngülerde ilgilerini çeken yanları ve nitelikleri, kendi imgesel yaratıcılıklarından (fantezilerinden) kaynaklanarak yükselmeye, güçlendirmeye gidemezler. Olanlar neyse ondan hareket etmek ve on olduğu gibi vermeye çalışmak yükümündedirler. Her durumda, verilen olguları kimin, nerede, ne zaman gözleyip deney alanına getirdiğini veya bilgisini ilettiğini belirtmeleri zorunludur. Yoksa, yaptıkları genellemelerin ve çıkarsamaların kuşkuyla karşılanması gerekir. Demek ki bilimin görselleştirici imgeleri, hiçbir yükseltilmiş gösterim içermez, gerçeğin hiçbir hiperbolizasyonunu (yükseltilmesini) taşımaz. (Sayfa 59-60)

Bilimin görselleştirici imgelerinin bir önemli özelliği de, her çeşit heyecansal (emosyonel) ifade gücünden yoksun oluşlarıdır. Bilimci, gösterilenin bireysel çizgileri içindeki, kendisini ilgilendiren genel, asal nitelikleri görünürleştirebilir, ancak kendisinin onlara karşı heyecansal yaklaşımını dile getiremez. (...) (Sayfa 60)

(...)

İmgelerin bir başka çeşidi daha vardır ki, bunları oluşturanlar da, başka bir şeyi görev edinmişlerdir: Yaşam görüngülerini, tipik olmaları nedeniyle değil, fakat şu ya da bu bakımdan ilgi uyandıran yinelenemez bireysellikleri nedeniyle sergilerler. Bunlar faktografik (olgu saptayıcı) imgelerdir. (Sayfa 61-62)

Bu tür imgelerde örneğin kişisel yaşamın, aile yaşamının veya gündelik yaşamın olayları “tespit” edilmiş olur. Kişisel mektuplaşmalarda, günce’lerde, anı’larda böyle imgeler görülür. (...) (Sayfa 62)

Son yüzyıllarda, toplumsal süreçlerin gittikçe daha karmaşıklaşmasıyla ve yeni iletişim araçlarının gelişmesiyle bağlantılı olarak, önemli siyasal ve kültürel olaylara ve insanların yaratıcı etkinliklerine ilişkin görüntülü haberler (imgesel bilgiler) edinme isteği de sürekli arttı. Gazeteler ve dergiler, okuyucularına bir çok haberi hem yazı hem de görüntüyle (resim’le, imge’yle) sunuyorlar. Böylece okuyucular hiçbir zaman gözle tanık olamayacakları olaylar üstüne bilgilendirilmiş oluyor. (...) (Sayfa 62)

(...)

Böylece, faktografik imgeler, önem bireyselliğinden gelen görüngüleri yansıtıyorlar; görselleştirici (sergileyici) imgelerse, görüngüleri, onların yaşamda gerçekten varolan tipiklikleri nedeniyle oluşturuyorlar. Her ikisi de görüngülerin bireyselliğinde değişiklik yapmıyorlar, onları, gerçeklikte nasıllarsa öyle gösteriyorlar. (...) (Sayfa 63)

Sanatsal imgeler ise, görselleştirici ve faktografik imgelerden farklı olarak, her zaman yaratıcı düşüncenin ve sanatçı fantezisinin bir ürünüdür. Sanatsal imgeler, ne salt genellenmiş gözlem ve çıkarsamaların görselleştirilmesine, ne de yalnızca herhangi bir olay hakkında haber iletilmesine hizmet etmezler. Sanatsal imgelerin özgül bir işlevleri vardır ve özellikleri de buradan gelir. (Sayfa 63)

(...)

Sanatsal imgelerin bir Başka kendine özgü niteliği de, onlarda açıkça belirgin olan heyecansallıktır. Tipik yaşam görüngülerini belirli toplumsal çıkarlar ve idealler ışığında ortaya koyan sanat yaratıcılarının kendi içlerinde de, bu toplumsal çıkarlar ve idealler, belirli duygulara, yaşantılara ve çabalara neden olmaktadır. Dolayısıyla, tipik bir şeyin gösterimini yaparken sanatçılar, gerçekliğe karşı kendi heyecansal yaklaşımlarını da onun içinde dile getirirler. Bu ise gerek sanatsal imgelerdeki tüm ayrıntıların seçiliş ve işlenişiyle, gerekse öteki biçimleme araçlarıyla, sanatsal sözle, mimik ve jestle, çizgi ve renklerle vb. gerçekleşir. Sanatsal imge’ler, ayrıntılarındaki heyecansal ifade gücü ile de ayrıcalık taşırlar. (Sayfa 64)

Sanatsal imgelerin bir üçüncü özelliği ise şudur: Sanatsal imgeler, sanat eserlerinin içeriğini dile getirmede kendi başlarına yeterli’dirler; önden verilmiş, ya da varsayım olarak konmuş genellemelerin bütünleyicisi değildirler, çünkü bu genellemeler, esasen sanatsal imgelerin kendi içinde bulunurlar ve ek bir açıklama gerektirmeksizin onların kendi “diliyle” aktarılırlar. (Sayfa 64-65)

Dipnot: Çevrilen metinde bütün bu anlamlara gelmek üzere tek bir terim kullanılmıştır. Oysa dilimizde, imge teriminin, aynı zamanda, tablo, resim ya da fotoğraf anlamlarında da anlaşılması çok zor olacağından, ilgili terimlerin genelde “imge” niteliğiyle bağlantılı kullanılışını belirtmek üzere parantez içlerine başvurmak gereğini duyduk. ÇN.

 
GökyüzüTarih: Perşembe, 2009-05-21, 3:43 PM | Mesaj # 3
Yetkin Paylaşımcı
Grup: Yönetici
Mesajlar: 72
Ödülleri: 1
Sitedeki Durumu: Burada değil
Sanat ve Sanat Dallarının Oluşması

Toplumsal gelişimin başlangıç evrelerinde, insanlar henüz sınıflı bir toplumda değil, ilkel toplum (soy, soy, klan düzeni) koşullarında yaşıyorlarken, bugünkü anlamda sanat eserleri yoktu. Özgül sanatsal içerik, o zamanda henüz, toplumsal bilincin öteki biçimleriyle, büyü, mitoloji, ahlak, soyların ve kabilelerin geçmişinden kalan yarı fantastik aktarımlar ve daha az fantastik olmayan dünya imgesiyle ayrılmaz bir birlik içinde bulunuyordu. Halkların yaşamlarının başlangıç evresinde varolan bu birbirinden çok farklı yanların ayrılmaz birliğini, bilimde, ilk toplumsal bilincin “sinkretizm”i (birbiriyle çelişen şeylerin bağdaşımcılığı, uzlaşımcılığı), deniyor. İşte o aşamada sanatsal yaratış da, içeriği yönünden sinkretistik’ti. (Sayfa 65)

(...)

İmgesellik, bu bilincin ve bu yaratışın karakteristik bir boyutuydu. O zamanda insanlar henüz soyut kavramlar oluşturacak, görüngülerde genel olan’ı bireysel olan’dan soyutlayacak durumda değillerdi. Tasarımlarında, bir tür’ün varlığı, özellikle güçlü ve belirgin bir temsilcinin “suret”inde bulunurdu. Ayılar, kaplanlar, bizonlar vardı onlar için, ne var ki bu hayvan türlerinin her biri, onların kafalarında, özellikle güçlü ve büyük bir hayvan suretinde, örneğin klavuz hayvanın suretinde tasarlanıyordu. Özellikle yüksek olan bir dağ, çok gür bir ırmak, onların gözünde, tüm dağların ve ırmakların atası olarak görünüyordu. İlk insanlar doğaya tümüyle bağımlı durumda bulunduklarından, doğa görüngülerinin gücünü, boyutlarını ve önemlerini kendi fantezilerinde yüceltiyorlar, yani onları bilinçsizce tipikleştirmiş oluyorlardı. (Sayfa 66)

Böyle yüceltilmiş tasarımlar ve bunlara uyan imgeler, belli bir fantezi düzeyinin göstergesiydiler. Örneğin antropomorfizm, o zamanki düşünüşün tipik bir çizgisiydi. (Antropomorfizm – İnsanbiçimcilik, insandan başka şeyleri de insan biçimlerinde tasarlama; Yun: Anthropos – İnsan, morphe- suret). İnsanlar, doğada kendi yaşamlarıyla benzerlikler bulunduğuna inanıyorlardı. Örneğin, hayvanların, bitkilerin ve doğa güçlerinin, aynen insanlar gibi bilinçle davrandıklarını, dolayısıyla belli niyetleri izlediklerini, düşünüp konuşabildiklerini kabul ediyorlardı. Hayvanların ve bitkilerin insanlara yardım edip korudukları, ya da tersine, insanları tuzağa düşürüp kötülük ettikleri inancındaydılar; sözgelişi, yıldırım, insanı bilerek çarpıyor, ırmak insanın yuvasını basmak istiyor, dağ, insanın üstüne kayalar yağdırma tehdidini savuruyordu. Bu tarzdaki doğa kavrayışı, insanların doğa görüngülerine bağımlılığını daha da artırıyordu. İnsanlar doğa güçlerinden korkuyorlardı, onların ayaklarına kapanmaya hazırdılar ve her yolla doğa güçlerinin desteğini arıyorlardı. (Sayfa 66)

Büyülü sözlerle ve büyünün başka biçimleriyle, insanlar, doğayı etkilemek istiyorlardı. Doğadaki ya da insan yaşamındaki belirli görüngüleri imgeleştirmekle, onlara çağrı çıkarılmış olacağı yolundaki yaygın inanç, büyüde ifadesini buluyordu. Hayvanların resimleri çiziliyor, taştan ya da ağaçtan yontuları yapılıyor ve böylece onların çağrılmış olduğuna, dolayısıyla avlamayı kolaylaştırıcı bir etki sağlanabileceğine inanılıyordu. Aynı amaçla insanlar, hayvanların davranışlarını taklit ediyorlar, öldürülen hayvanların kemikleriyle, kürkleriyle süslenip bezeniyorlar ve böylece ormanda ya da kırda yeni avları güvenceye alma umuduyla dans ediyorlardı. Hayvanların, çizgilerle, yontularla ve danslarla gösterimi, ilk insanlar için henüz bir başka anlam taşımaktaydı. Onlardaki totemciliği dile getiriyordu bu. (Kızılderililerde: Totem-Onun soyu). O zamanlar çok yaygın bir kavrayış olan totemciliğe göre, her soy (kuşakları kapsayan büyük aile, klan), belirli bir hayvan ya da bitki çeşidinden türemişti ve bu çeşidin bir temsilcisi, o soyun tüm üyelerinin atası, dostu ve koruyucusu oluyordu. Demek ki, insanlar, totemlerinin gösterimini yapmakla, ata’larına saygılarını dile getiriyorlardı. Hiç kimsenin, kendi totemini avlanmaması, öldürülmemesi yazılı olmayan bir yasaydı. (Sayfa 67)

Dil gelişince, ilk insanlar bu temel üzerinde ilk hayvan masallarını yarattılar. Bu masallardaki imgeler, insanların fantastik düşünüşün özellikle belirgin bir ifadesiydi. Bu düşünüşün temelinde, hayvanlara insan nitelikleri yakıştırılarak onların kişileştirilmeleri yatıyordu. Ayrıca bu düşünüş, yüceltme’ye (hiberbol’e) dayanmaktaydı, yani hayvanlar, doğaüstü güçlerle, bilgilerle ve yetilerle donatılıyordu. (Yun: Hiper-Üst, Bole-Atış). (Sayfa 67)

(...)

(...) İlkbaharda hızlanıp sonbaharda yavaşlayışını ilkbaharın hayvanlarda gebelik zamanı oluşunu, bu görüngülerle güneşin ve aynı hareketi, yağmur zamanı, ırmakların ve derelerin bol su ve az su durumları arasındaki bağıntıları, daha iyi anlama yetisi kazandılar. Bu yola, ilk gök bilgisi ve tarım bilgisi genellemelerine vardılar. (Sayfa 68)

(...) Örneğin eski Yunanlılardaki Dionysos mitos’u böyle oluşmuştur. Bu mitosa göre, yararlı bitkilerin bir kişileştirilmesi olan Dionysos’a, babası Zeus (yağmuruyla toprağı ıslatan fırtınanın bir kişileştirilmesi) hayat veriyor, sonra, göksel güçlerin karşısındaki yersel doğa güçlerinin bir kişileştirilmesi olan Titanlar Dionysos’u öldürüyorlar, bunun üzerine Zeus onda yeniden hayatı uyandırıyor ve Titanlar onu gene parça parça ediyorlar. Fantastik bir tarzda açıklanıyor olmakla birlikte, bu mitosla, mevsimlerin değişimi genel çizgileriyle dosdoğru olarak yansımaktadır. (Sayfa 68-69)

Yavaş yavaş ilk toplumda daha karmaşık iç örgütlenme biçimleri gelişti. Sop’lar (klanlar, soylar), daha geniş bir bütünleşme içinde, boyları (kabileleri) oluşturdular. Bunlar, en iyi av yerlerini (daha sonra en iyi otlakları, en iyi tarım topraklarını) ele geçirmek, ya da ganimet ve tutsak almak için birbirleriyle savaşıyorlardı. En güçlü soy’un önderleri içinden, tüm boy’un askeri şefleri yetişti. Bunlar başlangıçta seçimle saptanırlardı, fakat giderek egemenliği kendilerinde yoğunlaştırıp, yaşam süresince boy’un başında kalır ve savaş kazanımlarına el koyar oldular. Daha sonra bu boy aristokrasisi (kabile soyluları), egemenliklerini iyice pekiştirmek için, kökenlerini totem’den değil, doğa tanrılarından türeterek, kendilerini, savaşta destek sağladığı ileri sürülen bir tanrının ya da tanrıçanın soy’u gibi göstermeye geçtiler. (Sayfa 69)

İlk toplumun bu yeni gelişim aşamasında, büyü de değişime uğradı. Artık insanların çağrıları, ava çıkışın başarılarından çok daha fazlasıyla, ilkbaharın gelişine, sürülerinin, tarlalarının, bahçelerinin verimliliğine, komşu boy’larla yapılan savaşların ve onlara düzenlenen baskınları zaferle sonuçlanmasına yönelikti. Böylece büyüsel tören ve tapınmalarda da yeni biçimler gelişti. Ava çıkış öncesi yapılan hayvan pantomimlerinin yerini, tohum atma ya da sürüleri otlağa çıkarma öncesi yapılan danslar veya savaşa çıkış öncesi oynanan askeri oyunlar aldı. (Sayfa 69)

(...) Tapınma ve tören dansı, oynayanların şarkılarının eşliğinde, sözsüzoyun’lu gösterimleri veya tekil oyun sahnelerini de kapsayan toplu danstı. Bu, henüz özgül anlamıyla “sanat” değildi, fakat sonraki ekspretif (ifadeli) sanat dallarının, yani lirik’in, müziğin ve sanatsal dansın ögelerini, daha o zamandan içermekteydi. İlk kez toplu dansta insanlar, manevi kültürün son derece önemli bir estetik yanı olan ritmik söylem’e ulaşmışlardı. Sanatsal dramatik’in ve koşuklu destan öykünün (epos’un) da başlangıçları buradadır. Ritmik söylemin ulaşması bu sanat dallarının gelişiminin ve ayrımlaşmasının büyük ölçüde belirleyicisi olmuştur. (Sayfa 69-70)

İnsanlar danslarıyla, ekilmiş ekinin ya da askeri bir eylemin sonucunu etkilemeye çalışırken, yalnızca doğa tanrılarının etkenliklerini istenen doğrultuya çekmek için onlara yönelmekle kalmıyorlar, fakat bunun da ötesinde, kendi sözleriyle ve hareketleriyle tanrıların etkenliklerinin gösterimine de geçiyorlardı. Bu nedenle, başlangıçta salt korodan ibaret olan törensel şarkıdan, giderek özlem ve ereklerin dile getirildiği bağımsız bir bölüm olarak, sunu şarkısı gelişti. Bu bölüm, tek bir şarkıcı veya korobaşı tarafından söyleniyor ve koro, bu sunu şarkısı bölümünde belirtilen olaya karşı tüm dans topluluğunun heyecansal tepkisini gösteren kavuştakla, yanıt veriyordu. (Sayfa 70)

Sözsüzoyun’lu eylem ile eğlenen kişilerin heyecansal sözlerinin bütünleşmesi tarzındaki dram ise, istenen olay üstüne yalnızca korobaşının söze girmesiyle yetinmeyip, korobaşını kendi açısından kavuştak’la yanıtlayan koronun da, bu olayı rol dağılımı içinde oynamaya geçmesiyle ortaya çıkmıştır. Eski Yunan kabilelerinde böyle korolu dramsal törenler büyük önem taşıyordu. Atina’da, korobaşı, ilkbahar törenlerinde, Dionysos’un önlenemez, kaçınılmaz, yazgısal batışını ve yeniden doğuşunu sergiler ve ona bir keçi (özel verimliği olan bir hayvan) sureti verirdi; kendisi ve öteki koro üyeleri keçi postuna bürünmüşlerdi; bu nedenle, bu kutlama törenine aynı zamanda “tragedya” deniyordu. (Yun: Tragos-Keçi, Öde-Şarkı). (Sayfa 70)

Başlı başına bir şarkılı anlatım, yani manzum epos (koşuklu destan, söylence, öykü), herhalde askerlerin törensel toplu danslarından doğmuş olmalı. (...) (Sayfa 71)

(...) Böylece, eski Yunanlıların “epope” (destan) dedikleri, anıtsal epik şarkılar oluştu. Bunların yaratıcılarına da “rapsod” adı verildi. (Yun: Rhaptein-Dikmek, bitiştirmek, Öde-Şarkı). Eski yunan’daki en ünlü rapsod’lardan biri herhalde büyük “İllias” ve “Odyssaia” destanlarının yaratıcısı olarak bilinen Homeros’tur. Bu destanlar daha sonra MÖ altıncı yüzyılda edebiyat olarak yeniden işlenmişlerdir. (Sayfa 71)

(...)

Törensel koro şarkısından ise, lirik poesi (şiirsel dil sanatı) doğdu. (...) (Sayfa 71)

(...) Bir duyguyu dile getiren ve değişik düzeylerden ton’ların birbirini kendi içinde bir bütün olarak izlediği ezgi (melodi), müziğin temelini oluşturdu (Yun: Melos-Şarkı, acılı yakınma). Daha, törensel koro şarkılarının yaratılışında da insanlar ezgi yapmayı öğrenmişlerdi. Epik ve lirik şarkıların korodan çıkıp ayrımlaşmasıyla, bunları desteklemek üzere, telli ve nefesli çalgıların eşlik müziği gelişti. Ardından, özellikle de ritm ve ezgi yönünden büyük çeşitlilikler gösteren lirik şarkıların söylenişinde, ezgi, çalgısal eşliği kapsadı. Buradan da, başlıbaşına bir biçim olarak çalgısal (enstrümantal) müzik doğdu. (Sayfa 72)

Dans sanatı da benzer tarzda gelişmiştir. Toplu yaşantının ifadesi olarak doğan törensel toplu dans, zamanla kendi içinde bütünlüklü bir ritme vardı. Daha sonra koro şarkısından ayrıldı, başlıbaşına bir anlam kazandı, tek kişili (solist’li) gösterim biçimlerine erişti ve müzik eşliğiyle birleşmesinin ardından, sanatsal yaratımın başlı başına bir dalı olarak koreografi’ye (dans düzeni’ne) dönüştü. (Sayfa 72)

(...)

(...) Böylece ilk toplumlardaki insanlar, kendi totemlerini, örneğin kurt’u, gerçeklikte asla olamayacağı kadar büyük, güçlü, akıllı ve egemen bir hayvan olarak tasarlıyorlardı. Masallarında da onu öyle akıllı, büyük, güçlü ve egemen olarak gösterdiler. (...) (Sayfa 73)

(...)

Dolayısıyla ilk toplumlardaki insanlar, masallarında, koro şarkılarında, sözsüzoyun’lu gösterimlerinde ve destan anlatımlarında sergiledikleri her şeye, tam bir saflıkla inanç duyuyorlardı. Bu eserdeki fantezi dolu imgeler, kişileştirme ve yüceltmeler, onlar için gerçekliğin ta kendisiydi ve bütün bunları hepten gerçeklikle aynı sayıyorlardı. Yaratıcı yabancılaştırma olanağının henüz bilincinde değillerdi. Sanatsal yapıntı (fiksiyon) için gerekli her çeşit anlayıştan henüz yoksundular. Bu nedenle de, onların sinkretistik yaratışları, henüz özgül anlamıyla sanat olarak görülemez. (Sayfa 73-74)

 
king2016Tarih: Cuma, 2016-10-07, 1:58 PM | Mesaj # 4
Misafir
Grup: Üye
Mesajlar: 11
Ödülleri: 0
Sitedeki Durumu: Burada değil
yazmış ve alıntı yapmış olduğunuz yazılar gayet güzel. her defasında okumaya seviyorum smile

siteniz çok güzel.
 
Forum » Genel Edebiyat » Edebiyat'ta Ne, Nedir? » Edebiyat Bilimi (1 Cilt 2 Bölüm) (Sanat ve Bilim, İmgeler ve Kavramlar)
  • Page 1 of 1
  • 1
Search:

Renk Açılımları: -Yönetici- -Moderatör- -Özel Görevli- -Deneme Moderatör- -Üye- -Engellendi-
Forum İstatistikleri
Son Mesajlar
En Çok Yorumlananlar
En Aktif Üyeler
  • Almanca Aylar (0)
  • Hekimler için Dijital Çözüm (0)
  • inovapin.com ile pubg mobile uc satın al (0)
  • Ankara araç kaplama hizmetleri - Ankaraarackaplama.com.tr (0)
  • Adana Boşanma Avukatı Ücretleri Kim Tarafından Ödenir? (0)
  • Ankara implant tedavi merkezi - Ankaradisklinik.com (0)
  • Soru Oyunu - Eğlenceli Bir Deneyim (0)
  • Profesyonel Ekip: Yangın Güvenliğiniz İçin (0)
  • Almanca Tercümenin Önemi (0)
  • Solar Shield Cam Filmi Toptan ve Perakende Satışı (0)
  • bir portre yapılışı.. karelere bölerek çalıştım..aşama aşama (9)
  • Nurcan Hanım nerede? (9)
  • Edebiyat Bilimi (1 Cilt, 1 Bölüm) (9)
  • BAB-I ESRAR / AHMET ÜMİT (8)
  • Ana Fikri (6)
  • Akrilik çalışmalarımdan bir kaçı (6)
  • Sınav Sonuçlarım (5)
  • Bugün çalıştığım Karakalem portre çalışmam..sıcağı sıcağına. (5)
  • Zahide (4)
  • Son ayların favorileri (4)
  • sercank
  • crocodill
  • degaussbilisim
  • DERO
  • Onurca
  • Komünar
  • MericIrmak
  • GülünDikeni
  • Gökyüzü
  • dilokullari
  • Ziyaret Bildirimi
    Bugün Gökyüzünde Olanlar